Dünyada Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte komünizm artık Batı için bir tehdit olmaktan çıkmış ve Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte dünyanın iki kutuplu düzeni son bulmuştur. Soğuk Savaş’tan ABD önderliğinde Batı Bloğu galip ayrılmıştır. Yeni düzenin tek süper gücü ise artık ABD’dir. Balkanlar coğrafyasında da Yugoslavya’nın dağılmasıyla birlikte tekrardan Balkan ulusları arasında etnik ve dini ihtilaflar artmış ve çatışmalı bir süreci doğurmuştur. Balkanlar’da ortaya çıkan bu çatışmalı sürecin yarattığı istikrarsızlık, Avrupa’nın da geleceğini tehdit eder niteliktedir. ABD, Soğuk Savaş sonrası Balkanlar’da ortaya çıkan bu istikrarsızlığı kullanarak, hem Avrupa’nın güvenliğini sağlamak için, hem de dünyanın artık tek kutuplu olduğunu göstermek için kendini yeni düzenin süper gücü olarak konumlandırmıştır.
Kosova Krizi ve Amerikan Politikaları
Dayton Barışı, Bosna krizini çözüme kavuşturmakla beraber, Balkanlar’da tam bir istikrarın sağlandığı söylenemez. Zira, Dayton Anlaşması’ndan birkaç yıl sonra bu kez Kosova’da ortaya çıkan krizin yayılma riski ve yaratacağı istikrarsızlık, Bosna krizine göre oldukça fazlaydı. Kosova sorunu aslında Yugoslavya krizinin erken habercisi niteliğinde olup, Balkanlar’daki istikrarsızlık potansiyelini simgeleyen mikro bir örnek niteliğindeydi ve bunun ilk işaretleri 1989’da iktidara gelen Miloseviç’in milliyetçi çıkışlarıyla Kosova’daki halkı tahrik etmeye başlamasıyla ortaya çıkmıştır.
Slobodan Miloseviç, Sırpların ülke içinde baskın konumda olması gerektiğini ifade eden radikal söylemleriyle Yugoslavya’nın dağılmasının önüne geçmeye çalışırken aynı zamanda ayrı bir önem verdiği Kosova’nın özerkliğini 1989’da kaldırmıştı. Bu durum Kosovalı Arnavutlar tarafından yoğun bir şekilde protesto edilirken aynı zamanda Belgrad’ın Kosova üzerindeki baskısını da arttırmıştı.
Belgrad’ın bu politikası maalesef bölgedeki krizi daha da derinleştirmiştir.
Rugova önderliğindeki pasif direniş, Yugoslavya krizini çözmeye yönelik ilk uluslararası girişimde Kosova sorununun da ele alınacağını beklemekle beraber, yaşanan gelişmeler muhalefetin beklentileriyle örtüşmedi. Nitekim Dayton Anlaşması, Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Sırbistan arasındaki sorunları çözerken, Anlaşma’da Kosova’ya değinilmemişti. Bunun üzerine Kosova muhalefetinde inisiyatif LDK yerine Kosova Kurtuluş Ordusu’na (UÇK) geçmiş ve pasif direniş terk edilerek Arnavut muhalefetiyle Sırp güçleri arasındaki çatışmalar tırmanmaya başlamıştır. (Tılıç, 1998: 133) Sırp güçlerinin sivil halk üzerindeki saldırıları arttıkça, yerel ve uluslararası kamuoyu tarafından UÇK’ye verilen destek de artmıştır. Dolayısıyla uluslararası kamuoyunda özellikle ilk dönemde UÇK’ye bir terör örgütünden ziyade Sırp saldırılarına yönelik bir direniş örgütü olarak bakılmıştır.
Kosova Sorunu ve Devlet İnşası
Kosova sorununu dağılan Yugoslavya içinde ilk sıraya alarak kronolojik bir tarih yazımının dışına çıktığımızı biliyoruz. Ancak sorun sonrasında ortaya çıkan Dayton/Paris sürecinin, Batı Balkanlar’ın Avrupa ile entegrasyonunu başlatan bir süreç olması nedeniyle çalışmamızda ilk sıraya almaktayız. Sorun, Avrupa Birliği’nin, Bosna felaketinin ardından güvenlik yaklaşımını değiştirmesine neden olmuş ve karmaşık aciliyetler ve çatışma çözümlemenin ötesinde yeni bir güvenlik paradigmasının oluşması için bir milat olmuştur.
Kosova olaylarının giderek bir bağımsızlık hareketine dönüşme ihtimali üzerine Belgrad yönetimi 1974 Anayasası’nın getirdiği “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” üzerinde yeni bir yorum getirmiştir. Belgrad olaylardan Tiran’ı sorumlu tutmuş ve ancak “ulusların” kendi kaderlerini tayin edebilecekleri, oysa Arnavutlar’ın Anayasa’ya göre bir ulus değil ulusal azınlık olduklarına ve böylece bahsi geçen hakkı talep edemeyeceklerine hükmetmiştir. 1981 yılında Tito’nun ölümü sırasında Yugoslavya savaşın nerede ve kim tarafından çıkacarılacağının merak edildiği bir ülkeydi.
Makedonya’nın Tarihsel Arka Planı
Yugoslav kimlik dairesi içinde en sorunlu alanların başında gelen konu, Makedon ulusal kimliği ile ilgilidir. Tarih boyunca tartışma konusu olmuş Makedon kimliği, Tito tarafından tanınmış ve Nazi işgalindeki etkin direniş nedeniyle bu bölgeye federal cumhuriyet statüsü verilmişti. Makedon kimliği hakkında 1992’de eski Makedonya Devlet Başkanı Kiro Gligorov’un söylediği şu sözler önemlidir: “Biz bu bölgeye VI. yüzyılda gelmiş Slavlarız. Eski Makedonya’nın torunları değiliz.”Gligorov’un bu cümlesi sadece Evangelos Kofos’un iddiasındaki gibi bir ulusal mutasyonu ve dolayısıyla tüm Slavları sırp olarak gören Sırp milliyetçiliğini değil, aynı zamanda Yunan milliyetçiliğini de yakından ilgilendirmektedir. Yunan tarihinde Makedonlar Yunanları yöneten barbar efendileri temsil etmektedir. Oysaki günümüz Makedonları, bölgeye sonradan gelen Slavlar olduklarından, Yunanlara göre, Makedon ismini kullanmaya da hakları yoktur. Makedonlar, Yunan görüşüne göre bu ismi kullanarak Yunanistan üzerinde yayılmacı bir ideolojiyi yansıtmaktadırlar.
ABD’nin Makedonya Politikası ve Krize Müdahale
ABD’nin Makedonya’ya yönelik politikası özelde Kosova sorununun genelde ise Balkanlar’daki dağınık durumda olan Arnavut nüfusu konusunun gölgesinde gelişmiştir. Bu bağlamda Makedonya, aslında ABD açısından başlı başına bir önem taşımaktan ziyade, bu ülkenin önemi, yaşanacak bir krizin bölgesel denklemde yaratacağı etkiyle ilişkilidir. Zira Bosna’dan ve hatta Kosova’dan farklı olarak Makedonya’nın heterojen olan etnik yapısı, bölgede yer alan bütün güçleri içine çekecek bölgesel bir savaşın yaşanmasına neden olabilirdi. Böylesine bir durum ise, ABD’nin 1990’lı yıllarda genel anlamdaki Balkan angajmanını sekteye uğratabilirdi. Bu nedenle ABD Bosna ve Kosova’dan farklı olarak Makedonya’da özellikle önleyici diplomasiyi kullanarak olası istikrarsızlık unsurlarının önüne geçmeye çalışmıştır.
Bosna: Soykırım ve Ulus İnşası
1990’lara gelindiğinde Sırp milliyetçiliği güçlü bir Müslüman tehditi söylemi üretmiştir. Dağılmakta olan Yugoslavya Federasyonu’nu ancak güçlü bir öteki imgesi ile ayakta tutabileceğini düşünen Sırp milliyetçiliği Arnavut, Boşnak, Pomak, Türk ve diğer etnisitelerden Müslümanları hızla ivme kazanan dağılmanın sorumlusu olarak sunmakta ve savaşın kimliksel altyapısını oluşturmaktaydı.
Sırp politik elitinin ülkenin dirilişi adına yaptığı kimlik kurucu aksiyomun yanında, etnik temizliğe güden süreçte önemli bir faktör de, Soğuk Savaş’ın ontolojik merkezine ulus devleti yerleştiren güvenlik algısının henüz dönüşmemiş olmasıdır. 1990’ların henüz başında yaşanan savaş ve soykırım karşısında, Batı’nın Balkanlar hakkındaki algısı Bechev’in de vurguladığı gibi ‘sürekli savaş üreten şiddet dolu bir coğrafya’dır.Soğuk Savaşı sıcak bir savaşa dönüştürmeyen etmenlerden biri olan ‘ulus devletin içişlerine karışmama’ ilkesi, yerini demokrasi, insan hakları ve demokrasi için insani müdahale ilkesine terk etmediği için Batı Bosna’da yaşanan trajedi konusundaki tavrını belirlemekte oldukça gecikmiştir.
Bosna–Hersek Krizinin Gelişimi
Bosna-Hersek, Sırp ve Hırvat çekişmesi ortasında kalmış bir bölgedir. Burada yaşayan yaklaşık 5 milyon nüfusun % 43’ü Boşnak, % 32’si Sırp, % 17’si Hırvatlardan meydana gelmektedir.Bosna’da özellikle başkent Saraybosna’da çoğulcu bir Bosnalı kimliğini Hırvat-Sırp-Müslüman ayrımına üstün tutan bir potansiyel mevcuttu. Çok kültürlü bir toplumu içinde barındıran Saraybosna’da Ortodoks kilisesi, Katolik katedrali, Müslüman camisi ve Yahudi sinagogu bir arada bulunmaktaydı.Ancak, 1990’dan sonra, artan milliyetçilikle paralel bir şekilde Bosna’daki Sırp ve Hırvat yayın organlarında ‘Bosnalı’ tanımının yerini ‘Bosnalı Sırp’ ve ‘Bosnalı Hırvat’ terimleri almaya başlamış ve giderek bu tanımlardan ‘Bosnalı’ ibaresi de düşmüş ve ‘Sırp’ ve ‘Hırvat’ tanımları kalmıştır.
1991 yılında Slovenya ve Hırvatistan’ın Yugoslavya’dan ayrılması sonucunda Belgrad tarafından kontrol edilen Yugoslav ordusu bu ülkelere saldırmış ve BM eski Yugoslavya’ya silâh ambargosu uygulamaya başlamıştır.Ancak Sırbistan, Batının; özellikle Almanya’nın desteği karşısında Slovenya ve Hırvatistan’ı gözden çıkarmış; Karadağ, Bosna-Hersek, Makedonya, Voyvodina ve Kosova’dan oluşacak yeni Yugoslavya’nın peşine düşmüştür. Bosna-Hersek bağımsız olursa Sırbistan ile Karadağ arasında Müslümanların etki alanı doğacak ve Karadağ ile fiziki temas kesilecekti. Bu yüzden Sırbistan, Bosna-Hersek’in bağımsızlığını önlemek için elinden geleni yapmıştır.
3 Mart 1992’de kendisini bağımsız bir devlet olarak ilan eden Bosna’yı, ABD ve AT 6 Nisan 1992’de tanımışlardır. Bosnalı Sırpların, Belgrad’ın desteğiyle, Bosna’nın bağımsızlık ilanını geri almasını talep etmesinin ardından, bu talep, Bosna-Hersek cumhurbaşkanı İzzetbegoviç tarafından reddedilmiş ve tam anlamıyla savaş başlamıştır.
ABD’nin Tepkisi
Bosna krizinde ABD’nin otoritesini fazla kullanmadığını ve bu krizi Avrupa’nın iç işi olarak gördüğünü söylemek mümkündür. Nitekim, BM gücüne hiç asker göndermeyen ABD’deki Clinton yönetimi, sivillerin öldürülmesinin yanlış olduğunu ve durdurulması gerektiğini belirtse de, yapabileceği tek şeyin Yeltsin’i arayarak Sırpları durdurması ge- rektiğini söylemek olduğunu ifade etmiştir.Clinton Bosna-Hersek sorununun çözümünü daha çok, Sırbistan’a yönelik ekonomik ve diplomatik baskılara dayandırmıştır. Ancak bu politikanın Sırp lider Miloseviç’i memnun etmek dışında bir sonuca ulaşmadığı ve ABD’nin 1995’e kadar tamamen etkisiz kaldığını söylemek mümkündür.
Bosna konusunda Bush’u eleştiren Clinton, yönetime geldiği ilk yıllarda kendisi de Bosna’da ABD’nin yetersizliğini göstermek dışında durumu değiştirememiştir. Bu dö- nemde ABD yönetiminde, askerî müdahalenin zararlı olacağı ve eylemsizlikten daha kötü sonuçlara yol açacağını savunan grup çoğunlukta olmuş; bu grup, eylemsizlikten ziyade öncelikle Saraybosna’da bir elçilik açarak Bosna hükümetine gerçek bir hükümet gibi davranılması ve sonrasında da Bosna’ya askerî yardımı da içeren yardımlarda bulunulması gerektiğini savunmuştur.Yönetimin önemli üyelerinin güç kullanımına karşı olmalarının yanında, Vietnam Savaşı sonrasında orduda da bir isteksizlik söz konusudur.
Clinton Yönetimi ve Kuvvet Kullanımı
Clinton yönetimi, kuvvet kullanımına ilişkin bazı prensipler geliştirmiş ve Şubat 1995’deki Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde bu prensipler açıklanmıştır. Buna göre, kuvvet kullanımına olanak tanıyacak üç çeşit ulusal çıkar bulunmaktadır. Bunlardan ilki; ABD toprağını, vatandaşlarını, müttefiklerini korumak gibi yaşamsal çıkarlardır ki; bu çıkarlar söz konusu olduğunda ABD, tek taraflı askerî güç kullanabilecektir. İkincisi, sınırlı güç kullanımına neden olacak yaşamsal olmayan ama önemli çıkarlardır. Üçüncüsü ise, ABD askerinin minimal risk üstlenmesi koşuluyla sınırlı güç kullanımına olanak sağlayacak insanî çıkarlardır.
Özellikle 1994 yılı içerisinde, ABD yönetiminde Bosna Sırplarına karşı askerî girişimde bulunma konusunda büyük bir kararsızlık yaşanmıştır. Bu dönemde Kongredeki liderler, genelde sınırlı ABD hava saldırılarından yana olmuşlar, pek çok hukukçu ise bu seçeneğin karşısında durmuştur. Hukukçulardan Ronald Dellums, BM yetkisi altında bulunan ABD ve NATO güçlerinin barışı koruma misyonun ilk kuralını ihlâl etmemesi gerektiğini, yani taraf tutmaması ve düşman edinmemesi gerektiğini ifade etmiştir.
Sonuç
ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dönemde izlediği politikalar, farklı isimler ve farklı içeriklerle ortaya konmuş olsa da genelde bunların ortak yönü, ABD’nin küresel üstünlüğüne dayanan yeni bir statükonun oluşturulmasına ağırlık verilmesidir. Dolayısıyla Bush döneminde “Yeni Dünya Düzeni”, Clinton döneminde “Seçici Angajman ve Genişleme” ve Bush döneminde “Önleyici Savaş ve Önceden Vuruş” gibi söylemler, aslında özü itibariyle ABD’nin dünya politikasındaki üstünlüğünü korumayı amaçlamaktaydı. Bu çerçevede Bosna, Kosova ve Makedonya angajmanları, dünya genelinde ABD’nin askeri ve siyasi üstünlüğünü göstermesi açısından kaçırılmayacak nitelikte fırsatlardı. Zira, ABD bu müdahalelerde inisiyatifi üstlenerek, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Soğuk Savaş sonrası dönemde de Avrupa’nın kendi başına güvenlik sorunlarını çözemeyeceğini göstermiş oldu.
KAYNAKÇA
1 . Özlem, K . (2012). Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ABD’nin ve Türkiye’nin Balkan Politikalarının Bosna Hersek, Kosova ve Makedonya Krizleri Örneğinde İncelenmesi . Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi , 1 (1) , 23-40 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/en/pub/baed/issue/34531/381500
2. Dağcı, G , Zorba, H . (2016). ABD’NİN ASKERİ VE İNSANİ MÜDAHALE SİYASETİNİ ETKİLEYEN DİNAMİKLER: BOSNA-HERSEK VE KOSOVA ÖRNEĞİ . Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi , 4 (1) , 46-69 . DOI: 10.16954/bacad.41687
3. Oğultürk, M . (2014). Kosova’nın Bağımsızlık Süreci Kapsamında ABD Dış Politikasının Analizi . Güvenlik Stratejileri Dergisi , 10 (19) , 0-132 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/guvenlikstrtj/issue/7524/99147
4. UĞRASIZ, Bülent, ‘‘ABD’nin Soğuk Savaş Sonrası Balkan Politikası’’, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 2004, Cilt 6, Sayı 1, s.295-303
5. Aksu, F., (2010). Kosova Krizinde Türkiye’nin Dış Politikası. YDÜ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ , vol.3, 51-89.
6. ARI, Tayyar, – PİRİNÇÇİ, Ferhat, ‘‘Soğuk Savaş Sonrasında ABD’nin Balkan Politikası’’, Alternatif Politika, Cilt 3, Sayı 1, Mayıs 2011, s.1-30
7. Özgenur ÇAPUTLU.(2018).TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE BİR DENGE UNSURU OLARAK MAKEDONYA KRİZİ. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi.
8. IŞIK, Mustafa, “Soğuk Savaş Sonrası ABD’nin Balkanlar Politikası (1990-2017)”, Soğuk Savaş Sonrasında Balkanlar 1990-2015, İbrahim Kamil (Der.), Nobel Yayıncılık, Ankara 2017