DOĞU AVRUPA’DA DEMOKRATİKLEŞME VE KALKINMA SÜRECİ

ÖZET

Doğu Avrupa, II. Dünya Savaşı’ndan bu tarafa SSCB’nin hegemonyası altında ekonomik ve siyasi olarak komünist bir program yürütmüştür. Fakat bu sosyalist program Neoliberalizmin patlak vermesinden dolayı 1980’lere kadar başarılı olmuştur. 1990’larda da SSCB’nin yıkılmasıyla yalnızlaşan Doğu Avrupa beşinci genişleme kapsamında Avrupa Birliği’ne entegre olmaya başladı. Bu entegrasyon sonucunda Doğu Avrupa, siyasal ve ekonomik olarak pek çok alanda gelişmeler kaydetti. Bu makalenin amacı, Doğu Avrupa’nın Avrupa Birliği’ne entegrasyonu sonucunda ekonomik gelişme ve demokratikleşme sürecini ilişkilendirerek incelemektir.

Anahtar Kelimeler: Demokratikleşme, Ekonomik Gelişme, Kalkınma, Doğu Avrupa, Avrupa Birliği

GİRİŞ

Batı, tarih boyunca her alanda dünyanın geri kalanına göre daha fazla ilerleme kaydetmektedir. Bu ilerlemenin en büyük etkenlerinden biri demokrasidir. Demokrasi; yönetilenlerin yönetenleri belirlediği, siyasal denetimin yönetilenlerin elinde olduğu ve bu yönetilenlerin siyasal, sosyal ve ekonomik açıdan eşit sayıldığı bir yönetim biçimidir. Demokrasinin tarihi Antik Yunan’a yani yaklaşık 2500 yıl öncesine dayanır. Fakat Orta çağ döneminde skolastik düşünce felsefesini benimseyen Avrupa, din ve devlet işlerini birlikte yürütmüş ve kilise siyasi otorite haline gelmişti. Fakat Avrupa 15-16. yüzyıldan itibaren Rönesans, reform ve özellikle de Fransız Devrimi’nin etkisiyle siyasal, ekonomik ve sosyal bir dönüşüm yaşamıştır. Çünkü bu dönemde iktisadi liberalizmin kurumsallaşmasının etkisiyle burjuvazi ortaya çıkmıştır. 1780’li yıllarda Avrupa’nın orta sınıfını oluşturan bu kesim, birtakım taleplerde bulunmuştur. Böylece, burjuvazinin gelişimi ile sivil toplum ortaya çıkmıştır. Modern dünyadaki demokrasinin ilk olmazsa olmazı siyasal partilerdir. Siyasal partiler, kendi ideoloji, düşünce ve programları doğrultusunda iktidara gelmeye çalışırlar. Fakat bazı demokratik ülkelerde tek başlarına iktidar olamayan partiler, diğer rakip partilerle koalisyon hükümeti kurarak devlet yönetimine geçer. Fakat farklı programlarla başa gelen bu siyasal partilerin uyum içinde çalışmaları gerekmektedir. Demokrasinin bir diğer faktörü ise piyasa ekonomisidir. Piyasa ekonomisi insan doğasını rekabetçi olarak varsayar. Bundan dolayı ekonomik açıdan özgürlüğü sağlar. Bu ekonomik özgürleşme ve rekabet ekonomik olarak gelişmeyi sağlayarak politik olarak istikrarı sağlar. Max Weber’e göre, modern demokrasilerin temelinde kapitalist sanayileşme bulunur. Çünkü kalkınmış devletlerin demokrasiye yönelme eğilimleri daha fazladır. Benzer şekilde R. Dahl’a göre, modern demokrasiyi benimseyen ülkelerde piyasa ekonomisi işlenir ve piyasa ekonomilerine sahip modern demokratik ülkelerin daha hızlı kalkınarak refaha ulaşması daha muhtemeldir. Çünkü bu demokratik ülkelerde eğitimi teşvik edilir, kanunlar daha güçlü ve liberal politikalar gereği özel mülkiyet güvence altında olur, siyasiler ekonomiye keyfi bir şekilde müdahale edemez. Tüm bunların sonucunda ekonomik gelişme ve demokratikleşme birbiriyle etkileşim haline girer. Ayrıca Lipset’e göre servet ve eğitimin artması, sabit ideolojilere olan bağımlılığı azaltarak ülkelerdeki aşırı eğilimleri önler. Böylece servet ve eğitim demokrasiyi geliştirir. Eğitimin ve servetin artması bir orta sınıfı ortaya çıkarır. Bu orta sınıf da aşırı partilerden ziyade ziyade ılımlı ve demokrat partilere yönelir. Fakat bu iki korelasyon arasında ilişkiyi olumsuz bir şekilde kuran teorisyenler de vardır. Örneğin Alain Touraine (2004)’ e göre, zenginleşme demokrasiyi tetikleyen bir faktör değildir. Çünkü büyüme beraberinde gelir eşitsizliğini artırma potansiyelini barındırır. Öte yandan Zakaria’nın yaptığı çalışmalara göre,  GSYİH’sı yüksek olup da  demokratik olmayan ülkeler de vardır. Bunlar doğal kaynak bakımından zengin olan Ortadoğu veya Kuzey Afrika’da bulunan ülkelerdir. Doğal kaynakların fazla olması, siyasal modernleşmeyi ve ekonomik gelişmeyi zorlaştırmaktadır. Hiç doğal kaynağı olmayan Doğu Asya Kaplanları (Güney Kore, Tayvan, Singapur, Hong Kong) gibi ülkeler hızla gelişirken, doğal kaynakları olan ülkelerde kalkınmanın hızlı olmadığı görülmüştür. Kaynakların lanetine uğrayan bu ülkelerde, bu doğal kaynakların mevcudiyetinden dolayı gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYH) artsa bile, siyasal kurumlar, yasalar ve bürokrasi yeterli bir biçimde gelişmemiştir. Bu ülkeler doğal kaynaklarını satarak geçinen devletler literatürde “rantiyer devlet” olarak adlandırılır (Akıncı, 2015: 44-48). Robert J. Barro (1996)’nun yaptığı analizin sonucuna göre, demokrasi ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin doğrusal değildir. Çalışmaya göre büyümeyi olumlu etkileyen değişkenler, hukukun üstünlüğü, liberal ekonomi anlayışı ve yüksek beşerî sermayedir. Fakat bu değişkenler ve kişi başına düşen reel GSYH düzeyi sabit tutulduğunda, demokrasinin büyüme üzerindeki genel etkisi az bir derecede olumsuz olarak gözlemlenir. Çünkü Barro’nun bu çalışmasına göre , demokrasinin düşük siyasi özgürlük seviyelerine sahip ülkelerde büyümeyi arttırdığı, ama orta düzeyde bir özgürlük seviyesine sahip ülkelerde ise büyümeyi bastırdığını gözlemlenmiştir. MIT Profesörü Daron Acemoğlu (2008)’nun yapmış olduğu çalışmada, demokrasi ile ekonomik büyüme ilişkisi 1970-1995 yıllarını kapsayan veriler incelendiğinde, demokrasi düzeyinin ekonomik büyüme üzerinde nedensel bir etkisi olmadığı saptanmıştır.

 Bunun sonucunda ekonomik büyüme demokrasi ilişkisini ele alacak olursak toplamda 3 görüş ortaya çıkacak:

  1.  Demokratik yönetimler, otoriter yönetimlere nazaran ekonomik büyüme kaydeder.
  2. Otoriter yönetimler demokratik yönetimlere göre ekonomik büyüme üzerinde daha çok katkı sağlayabilir.
  3. Yönetim sistemleri ile ekonomik büyüme arasında söz konusu olan ilişki açık ve net değildir. Yani ekonomik gelişme demokrasiyi mi etkiler? Yoksa, demokrasi mi ekonomik gelişmeyi etkiler? Sorusunun cevabı saptanamaz (Sırım& Eraslan, 2020).

II. Dünya Savaşı sonrası SSCB’ne bağlı olarak hem devletçi politikalar izleyip hem de tek parti sistemi uygulayan Doğu Avrupa ülkeleri, hem 1990’larda SSCB’nin yıkılması hem de Avrupa Birliği’ne kabul olunmaları nedeniyle liberalleşme sürecine evirilmiştir. Bu makalenin amacı bu evirilme sürecinde Doğu Avrupa ülkelerinin demokratikleşme sürecinde kalkınma süreçlerini saptamaya çalışmaktır. 

DOĞU AVRUPA’DA DEVLETÇİ SOSYALİZMDEN LİBERAL DÜNYAYA GEÇİŞ

II. Dünya Savaşı’nın sonunda SSCB ve ABD bloklaşarak bipolar (iki kutuplu) bir hegemonik bir sistem kurdu. Bu bipolar hegemonik sistemde sosyalist cepheyi SSCB temsil ederken, liberal cepheyi ABD temsil etmiştir. Demir perde ülkeleri olarak da adlandırılan sosyalist cepheye 1947’de Doğu Avrupa ülkeleri de katıldı (Aksel, 2017).

Doğu Avrupa ülkeleri II. Dünya Savaşı sonrasında SSCB hegemonyası altında devletçi sosyalist bir sistem uyguladı. Anti komünist olan muhalif dernekler, partiler, entelektüeller, basın- yayın organları hak ve hürriyetleri sınırlandırılarak bastırıldı. II. Dünya Savaşı’nda otoriter bir hava hakimdi. Devletçi ekonomi politikaları uygulayan Doğu Avrupa ülkeleri, dış politikada Batı’nın askeri kanadı olan Nato’nun karşıtı Varşova Paktı’na katılmıştır. Fakat tüm bu iç baskılara rağmen 1956’da Macaristan’da 1968’de Çekoslavakya’da komünizm karşıtı isyanlar başlatıldı ve bu isyanlar Sovyet Rusya tarafından çok sert bir biçimde bastırıldı. Uygulanan planlı ekonomi 1980’lere kadar başarılı bir şekilde devam etse de 1980’den sonra dünya çapında esen Neoliberal rüzgârdan dolayı yara aldı ve dış borçlanmalarla birlikte yerini krize bıraktı. 1990’lara gelindiğinde ise, Doğu Avrupa’daki sosyalist sistem de siyasal, ekonomik ve sosyal krizlerin gölgesinde çöküşe geçti. Sosyalizmin çöküşüyle birlikte liberalleşen Doğu Avrupa’da, IMF ve Dünya Bankası’nın tavsiyeleriyle özelleştirmeler arttı. Devlet işletmeleri teknokratlara bırakıldı. Devlet sübvansiyonları azaltıldı. Bu liberalleşme ile AB ve ABD ile ticari ortaklıklar arttı. Coca- Cola, Shell, Toyota, Volswagen gibi çok uluslu şirketler Doğu Avrupa’ya geldi.  Doğu Avrupa kapitalist dünya sistemine entegre olmaya başladı (Sancaktar, 2019).

DOĞU AVRUPA’DA AB’NİN GENİŞLEMESİ 

Doğu Avrupa ülkeleri Avrupa Birliği’ne beşinci genişleme kapsamında alınmıştır. Beşinci genişlemede Doğu Avrupa ülkeleri gibi çok daha fakir ülkelerin üyeliğe kabulü, AB içerisindeki, ekonomik olarak heterojenliği ve gelir dağılımındaki eşitsizlikleri artırdı. Ayrıca yeni üyelerin, daha düşük bir ekonomik bazdan hareket ettikleri için, daha hızlı büyüyecekleri ve aradaki farkı kapatmaları öngörülmekteydi. Yeni üyelerdeki ekonomik büyüme 1997-2005 arasında her yıl %3,75 ortalama olarak eski üyelerin hızından daha fazla olmuştur. Ayrıca beşinci genişleme ile 104 milyonluk nüfusa ulaşan Avrupa Birliği, işgücü transferi kapsamında Doğu Avrupa’dan göç alarak istihdam verimliliğini artırmıştır. Aynı zamanda da bu durum Batı Avrupalı şirketlerin Doğu Avrupa’ya kaymasını da sağlamıştır. AB-15 üyelerinde istihdam kaybı yeni korkular yaratmıştır. Fransa, Avusturya gibi ülkeler işçiler doğuya doğru genişlemenin ekonomik rekabet açısından adil olmadığını düşünmekteydi. Öte yandan muhtemel göç dalgasından tüm AB-15 kamuoylarının tamamıyla rahatsız olmadıkları görülebilmekteydi. Genişleyen AB’de emek ve sermaye hareketliliğinin sunduğu tehdit ve fırsatlara baktığımız zaman, üretim yerlerinin daha kolay başka ülkelere taşınabilmesine ilişkin toplumsal sınıfları farklı olan grupların farklı fayda maliyet analizleri oluğunu görürüz. Bu bağlamda düşük vasıflı işgücünün, görece en fazla zarara uğrayacakları için endişelendikleri; vasıflı işçilerin ise, genişlemeyle beraber, daha iyi işler bulmayı beklemiştir. Bir diğer açıdan ise yüksek gelirlilerin sermayenin ve ucuz emeğin daha rahat dolaşacak olmasından rahatsız olmadıkları ortaya çıkmıştır. Siyasi açıdan bu genişlemeye bakıldığı zaman, AB’ye uyum süreci için siyasi homojenlik şarttı. Bunun için de mafya gibi illegal yapılandırılmalardan arındırılması, yargının bağımsızlığı, yolsuzluklarla mücadele, insan hakları, azınlık hakları, şeffaflık yasası gibi yasaları olması gerekmekteydi (Dinç, 2012). 

Aslında AB’nin komşu ülkelere demokrasi teşviki 1990’lı yıllarda başlamıştı. Avrupa Parlamentosu’nun 1992 yılı bütçesinde demokrasinin teşvik edilmesine yönelik bir bütçe ayırarak PHARE ve TACIS programlarına bir demokrasi programı dâhil etmesi, AB demokrasi programı aracılığı ile bu ülkelerde parlamentoların işleyişini, kamu kurumlarının şeffaflığını, hükümet dışı örgütlerin desteklenmesini ve medyanın bağımsızlığını gündemine alarak demokrasiyi teşvik etmesine olanak sağlamıştır. Avrupa Komisyonu’nun üçüncü ülkelerle 1995’te imzaladığı anlaşmalarda insan hakları ve demokrasi vazgeçilemez bir unsur olmuştur. 1997’den 2004’e kadar süren AB’nin Doğu Avrupa genişlemesi Demir Perde ve Soğuk Savaş’ın yarım yüzyıldır böldüğü Avrupa’nın yeniden birleşimi olarak görülmüş ve demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı gibi AB normlarının, değerlerinin ve standartlarının komşulara aktarımı sağlanmaya çalışılmıştır. Bu kapsamda da örneğin Ukrayna’da daha derin siyasi, güçlü ekonomik bağları ve ortak değerlere saygıyı teşvik etmek için 2014 yılında imzalanan ve 1 Eylül 2017 tarihinde yürürlüğe giren Derin ve Kapsamlı Serbest Ticaret Anlaşmaları imzalanarak aynı zamanda da vize kolaylıkları ve/veya serbestileri ile hareketliliğin artırılması ve sosyo-ekonomik eşitsizliklerin giderilmesine yönelik finansal yardımların artırılmasını da kapsamıştır. Bu süre zarfında Ukrayna yolsuzlukla mücadele, yargı reformu, anayasal reformlar, seçim reformları, enerji verimliliği gibi birçok alanda gelişme göstererek AB’den mali fon sağlamış ve diğer taraftan da Sivil Toplum ile İlişkide Yol Haritası çerçevesinde Ukrayna’da iş birliği geliştirilerek politika analizi, çevre, hesap verilebilirlik, insan hakları, ekonomik kalkınma, meşruiyet, Ortaklık Anlaşması gibi alanlarda gelişme kaydetmesi hedeflenmiştir (Durakçay& Gülal, 2018).

DOĞU AVRUPA’DA DEMOKRATİKLEŞME VE KALKINMA DENKLEMİ

1990’larda soğuk savaşın sona ermesiyle Doğu Avrupa ülkeleri geçiş sürecine başlamıştır. Bu geçiş süreci siyasi olarak otoriter- baskıcı rejimden demokrasiye; ekonomik olarak da planlı ekonomiden serbest piyasaya geçiş olarak tanımlanır. Bu geçiş süreci AB’nin bölgeye yapmış olduğu genişleme politikalrıyla hızlandı (Akşit, 2009).

Ekonomik açıdan genel olarak Doğu Avrupa ülkeleri 1994’den itibaren pozitif büyüme yakalamıştır. Örneğin Polonya ekonomisi 1991-1993 arası -0,3 puan büyüme yakalrken 2007’de +6,8 puan bir büyüme yakalamıştır. Macaristan’da ise 1990-1993 döneminde ortalama -4,3 puan büyüme gerçekleşirken 1994-1997 arasında bu büyümeyi ortalama 2,5 puana yükseltmiştir. Çek Cumhuriyetinde de Macaristanda olduğu gibi  1990-1993 döneminde -4,3 büyüme kaydilmiş olup 1994-1997 arasında büyüme oranı 3,6 puana yükseltilmiştir. Bu sayılan üç ülkede de enflasyon ve işsizlik açısından geçen sürede olunlu sonuçlar elde edilmiştir (Karış& Özyurt, 2015).

Demokratikleşme süreçlerini de ele aldığımızda 1990’lı yıllarda komünist rejimin çöküşü Doğu Avrupa ülkelerini yeni rejim inşasına itti. Bazı ülkeler AB entegrasyonunun etkisiyle bu süreci başarılı olarak devam ettirse de bazı ülkeler demokratikleşme konusunda hala sıkıntılar yaşamaktadır. Bu bilgilere istinaden diğer bazı Doğu Avrupa ülkelerinin demokrasi karnelerini değerlendireceğiz. 

Kaynak: Freedom House 2019, https://freedomhouse.org/content/freedom-worlddata-and-resources.

Bu grafik, Freedom House skorlarına göre hazırlanmıştır. Freedom House skorları 1-7 arasındadır. 1 skoru en demokratik koşullara tekabül ederken; 7 en otoriter eğilimleri gösterir.  Bu grafikteki Hırvatistan ve Slovenya gibi ülkeleri incelediğimizde, Hırvatistan Tudjman yönetiminin faşist milliyetçi politikalarının sona ermesiyle beraber yeni bir demokratikleşme sürecine girerek 2000’lerin başıyla beraber temel insani haklar ve siyasi özgürlükler konusunda gelişmeler gösterdi ve 2005’te başlayan AB üyelik başvuru sürecini tamamlayarak 2013 yılında AB’ye tam üye oldu. Sırp ve Roman azınlıkların haklarının garanti altına alınması hususunda sıkıntı yaşayan Hırvatistan’ın tüm bu sıkıntılara rağmen demokrasi skorları başarılıdır. Fakat ülkede şu andaki temel problem yolsuzluktur. Merkez-sağ Hırvatistan Demokratik Birliği (HDZ)’li başbakan Ivo Sanader 2014 yılında yolsuzluktan 9 yıla mahkûm edildi. Etnik azınlıkların hakları konusunda son yıllarda ilerlemeler kaydetse bile bu konularda da halen Hırvatistan’nın çok açığı ve çok kat edilmesi gereken yolu vardır.

Slovenya ise, Yugoslavya’nın dağılma sürecinde en erken davranmış ülke olarak karşımıza çıkıyor. Slovenya 2004 yılında AB’ye tam üye olabilen ilk Yugoslav ardılı ülkedir. Hırvatistan’la yaşanan sınır gerginlikleri, azınlık hakları ve yolsuzluk konularında sorunları devam etse bile, Doğu Avrupa ülkeleri içerisinde en demokratik ülkelerden biridir (Çınar, 2020: 188-190).

SONUÇ

Doğu Avrupa II. Dünya Savaşı sonrasında SSCB tahakkümü altına girmiştir. Bu süre zarfında siyasal olarak tek parti yönetimi ile otoriter bir şekilde ekonomik olarak ise merkezi planlama ile yönetilmiştir. Fakat 1970-80’lerden itibaren Neoliberal politikalar dünya çapında patlak verince Doğu Avrupa da bu süreçten etkilenmiş ve SSCB’nin dağılması kaçınılmaz olmuştur. Bu süre zarfında neoliberalleşme yaşayan Doğu Avrupa ülkeleri hem piyasa ekonomisine hem de AB’ye entegre olmaya başlayarak tam anlamıyla küreselleşme sürecine girmiştir. Bu küreselleşme sürecinde Avrupa ülkeleriyle de ticaretini geliştiren Doğu Avrupa ülkeleri 1990-1993 arasında ekonomik olarak bocalama yaşasalar da belli bir ivmeyi yakalamışlardır. AB’nin kriterleri dolayısıyla demokratikleşmeye de adım atan Doğu Avrupa ülkeleri bu duruma uyum sağlamaya çalışsalar da bazı yapısal faktörler dolayısıyla duraksamalar da yaşamaktadır. Bunun önüne geçebilmek için siyasi, ekonomik ve hukuki reformların yanı sıra eğitim gibi sosyal reformları da hayata geçirerek ekonomik gelişmeyi ve demokratikleşmeyi artırarak tam kalkınmayı sağlayabilmesi gerekmektedir. Doğu Avrupa vakasında demokratikleşme ve ekonomik gelişme korelasyonunu incelediğimizde demokratikleşme ve ekonomik gelime süreçlerinin birbirini beslediğini fakat yolsuzlukların da demokratikleşmenin önüne engel olduğu için ekonomik gelişmeye, dolayısıyla kalkınmaya engel teşkil ettiğini görürüz.

İlkem Karahüseyinoğlu tarafından The FEAS Journal adına hazırlanmıştır.


KAYNAKÇA

Akıncı, A. (2015). DEMOKRASİ İLE SİYASAL İSTİKRAR VE KALKINMA ARASINDAKİ İLİŞKİ: TÜRKİYE ÖRNEĞİ. International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 41-60. http://dx.doi.org/10.7827/TurkishStudies.8556

Aksel, S. C. (2017). Orta ve Doğu Avrupa’da Siyasal Rejim Değişimi ve Medyanın Dönüşümü. İlef Dergisi, 9-28. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/302821

Akşit, S. (2009). DOĞU AVRUPA’DA RADİKAL NEO-LİBERAL DÖNÜŞÜM. İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 61-85. https://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423905704.pdf

Çınar, K. (2020). Balkanların Siyasi Topoğrafyası. 187-198. https://www.researchgate.net/publication/344229247_Balkanlarin_Siyasi_Topografyasi

Karış, Ç., & Özyurt, H. (2015). GEÇİŞ SÜRECİNDEKİ MERKEZİ VE DOĞU AVRUPA ÜLKELERİNİN MAKROEKONOMİK PERFORMANSI: SEÇİLMİŞ ÜLKE DEĞERLENDİRMELERİ. KTU SBE Sos. Bil. Derg, 39-54. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/193297

Sancaktar, C. (2019). Doğu Avrupa’da Devletçi Sosyalizmden Kapitalizme Geçiş: Macaristan, Çekoslovakya ve Polonya. Balkan ve Yakın Doğu Sosyal Bilimler Dergisi, 40-50. http://www.ibaness.org/bnejss/2019_05_04/06_Sancaktar.pdf

Sırım, V., & Eraslan, M. (2020). Demokratikleşme ve Ekonomik Büyüme Arasındaki Etkileşim. BALKAN SOSYAL BILIMLER DERGISI, 119-130. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1019447

Share this article
Shareable URL
Prev Post

BREZİLYA’DA BOLSONARO YÖNETİMİ VE GELECEĞİ

Next Post

EN UZUN SAVAŞ: ORTA DOĞU’DA KADIN OLMAK

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Read next

KATALONYA KRİZİ

Günümüzde farklı dil ve kültürlere sahip bölgesel toplulukların çıkarları ve sosyal kimlik arayışı, merkezi…