Bir ülkenin dış politikası, bir yandan kendi iç koşullarından etkilenirken bir yandan da söz konusu ülkenin içerisinde yer aldığı uluslararası sistemin, dış dünyanın koşulları tarafından belirlenmektedir. Özellikle günümüzde giderek belirginleşen küreselleşme ve karşılıklı-bağımlılık olguları, bu konunun önemini daha da arttırmaktadır. Eski dönemlerde güç dengesi anlayışı içerisinde ortaya çıkan bu olgu, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde daha farklı bir görünüm kazanmıştır. Bu dönemde, başta haberleşme ve ulaştırma alanındakiler olmak üzere teknolojik gelişmeler, sosyal hayatın birçok alanında zorunlu bir karşılıklı ilişkiler ağı oluşturmuş ve bu durum giderek gelişmekte olan uluslararası ekonomik işbölümü ile pekişmiştir. (Sönmezoğlu, 2014, s. 807). Böylece, bir bakış açısından iç politika dışsallaşmış, bir bakış açısına göre de uluslararası politika içselleşmiştir. Bu çerçevede, ülkelerin iç siyasal ortamları, sosyo-politik yapıları, siyasal rejimleri ile dış siyasal ortamın yani uluslararası siyasal sistemin yapısı, bu yapıdan kaynaklanan çeşitli özellikleri arasındaki karşılıklı etkileşim tarihin eski dönemlerine oranla oldukça artmıştır. (Sönmezoğlu, 2014, s. 808)
Konuyu bu bakımdan ele alacak olursak, karşılıklı bağımlılık ilkesinin iç politika ve dış politika kavramları açısından da geçerliliğini sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Buna göre seçmenlerine sunduğu vaatleri kendisine hedef olarak belirleyen Amerika Başkanları, nispeten de olsa kendine oy veren tabanın sosyolojik ve kültürel yapısından etkilenmektedir. Böylece, dış politika araçlarını ülke içerisindeki siyasal ortama bağlı olarak şekillendirmektedir.
Uluslararası ilişkilerdeki güvenlik kaygılarının arttığı zamanlar, aynı zamanda dış politikada etik standartların düştüğü zamanlardır. Bu durumun Amerikan siyasetine yansıması, artan güvenlik kaygılarının ister istemez Demokratların bakışlarını kilitleyerek onları Cumhuriyetçi politikalara tâbi kılması olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna örnek olarak Bill Clinton, Hillary Clinton, John Kerry ve hatta Dayton Barışının mimarlarından Richard Holbrooke gibi Demokratların önemli isimlerinin 2003’teki Irak işgalini desteklemesini gösterebiliriz. Demokrat başkanların bu tavırları aklımıza şu soruyu getirmektedir: Hegemonyacı güç statüsüne ulaşmış güçler aynı zamanda demokratik yapı ve kimliklerini aynen koruyabilirler mi? (Sümer, 2008, s. 137) Trump döneminde görüldüğü üzere, Çin ve Rusya gibi hem ideolojik hem de stratejik olarak küresel ölçekte ABD hegemonyasına rakip olan devletler, Amerikalı karar alıcılar tarafından ulusal güvenlik sorunu olarak görülmüştür.
Küresel liderlik rolünü ve tek kutuplu dünya düzenini sürdürmek isteyen Amerika, demokrat partinin temsil ettiği idealizme ve yumuşak güce dayanan değerlerden kısmen uzaklaşmıştır. Nitekim Amerikan siyasal hayatında, uluslararası ilişkileri dönüştüren kararları alan çoğu zaman Cumhuriyetçi başkanlar olmuştur. Mensubu oldukları realizm ve güç dengesi değerlerinin gereği olarak, Dünya üzerindeki Amerikan etki alanını askeri ve ekonomik güce dayanarak geliştirmek isteyen Cumhuriyetçiler politikalarını bu kavramsal çerçevede sürdürerek geliştirmişlerdir. Bu noktada çok önemli bir husus göze çarpmaktadır. Amerikan siyaseti esasında, idealist ve realist politikaların birbirini destekleyecek biçimde sürdürülebilir olarak devam etmesinden meydana gelmektedir. Böylece uluslararası arenadaki Amerikan eylemleri idealler çerçevesinde dünya kamuoyu gözünde meşrulaştırılır ve realist hedefler tepki görmeden başarıyla gerçekleştirilir. Amerikan dış politikasıyla ilgili karar almada, azar azar yapılan politika değişikliklerinin de (incrementalism) dış politika oluşumunda büyük bir belirleyiciliği vardır. Bu karar alma tekniğinde, karar alıcılar gelişmelere göre ufak değişiklikler yaparak durumu kontrol ederler. (Sümer, 2008, s. 135) Fakat Donald Trump, diğer Amerika başkanlarından farklı olarak, idealist politikaları neredeyse tamamen reddetmiş ve Amerikan dış politikasında çok hızlı, otoriter bir dönüşüm sağlamıştır. Bu nedenle Amerikan halkı ve dünya kamuoyu, görev süresi boyunca Trump’ın yarattığı bu ani politika değişimine tepkisini ortaya koymaktan kaçınmamıştır.
Amerikan İstisnacılığı’nın önemli bir boyutunu oluşturan ve Amerika’nın kurucu ilkeleriyle de irtibatlandırılan değerler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir uluslararası düzenin inşasında da önemli bir işlev görmüş ve nihâi noktada ABD açısından ülke dışında önemli bir nüfuz kaynağı olarak hizmet etmişlerdir. Ancak Trump’ın iş başına gelmesiyle birlikte söz konusu değerler zarar görmeye başlamıştır. Yaptığı eylemler biriktikçe, Trump’ın uzun süredir varlığını sürdüren ve hatta kurucu nitelikte taahhütleri radikal bir biçimde tanımamayı, reddetmeyi temsil ettiği şeklinde bir tespite karşı çıkmak gittikçe daha güç hale gelmektedir. (Oğuz, 2019, s. 117)
ABD’deki daha eski kuşakların, Birleşik Devletler’in, kaba tabiriyle, dünyanın bir numaralı enayisi olduğu şeklinde farklı bir bakışa eğilimleri vardır. Bu bakışa neden olan şey, ABD’nin yükleri üstlenip, faydaları devşirmeyi ise başkalarına bıraktığı inancıdır. Dolayısıyla, ABD’nin bu duruma son verme zamanının geldiği dillendirilir. Bu, tam da, Trump’ın “Önce Amerika” vizyonuna tekabül eden şeydir. Amerikan yurttaşlarının çıkarlarının her zaman için önce gelmesi gerektiği inancını ifade eden Trump, Amerikan dış ticaret ve dış politikasında uzun bir süredir bu önceliğin ihmâl edildiğini vurgulamaktadır. (Oğuz, 2019, s. 117) Bu vizyon neticesinde, uluslararası kuruluşların işlevine inanmayan ve tek taraflı politikalar üretmek isteyen Trump, birçok uluslararası anlaşmadan çekilmiş, esasında ABD nüfuzunda olan birçok uluslararası kurumdan ayrılarak ya da üye olan ülkelere Amerikan çıkarlarını arttıran değişiklikler önererek radikal kararlar almıştır. Bu kararlara örnek olarak; ABD’nin Asya ülkeleriyle ticaret anlaşması olan Trans-Pasifik Ortaklığı’ndan çıkması, ardından ABD’yi Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi ve 2015 Paris İklim Anlaşması gibi uluslararası oluşum ve anlaşmalardan çıkarması gösterilebilir. (Deutsche Welle, 2021) Kudüs’ü resmi olarak İsrail’in başkenti olarak tanıması, Cemal Kaşıkçı suikastinden sonra bile Suudi Arabistan’a askeri destek vermeye devam etmesi gibi tartışmalı kararlar verip uluslararası dengeleri göz ardı etmesi ve yukarıda belirtildiği üzere bunu idealist kavramlar gözetmeden yapması, dünya genelinde Amerikan otoritesinin ve değerlerinin sorgulanmasına yol açmıştır.
Tüm bunlara ek olarak Trump, transatlantik ilişkileri de ciddi biçimde altüst etmiştir. NATO gibi ittifakların değerini defalarca sorguladı. ABD birliklerini Almanya’dan çekme kararı aldı. ABD ayrıca AB’ye gümrük vergileri koydu, Rus gazını Avrupa’ya taşıyacak Kuzey Akım 2 Projesi’ne katılacaklara da yaptırım tehdidinde bulundu. (Deutsche Welle, 2021) Bununla birlikte Trump başkanlık süresi boyunca, uluslararası kuruluşlar ve demokratik değerler üzerinden devletleri baskı altına almak yerine doğrudan uygulanan ülkeler arası ikili anlaşmalarla ABD’nin uluslararası alandaki gücünü korumayı amaçlamıştır. Bu konu hakkında örnek vermek gerekirse; Trump, Çin’e karşı Dünya Ticaret Örgütü’nü harekete geçirmeye çalışmaktansa Çin’in ihracatına uygulanan gümrük vergilerini tek taraflı olarak artırarak cezalandırma yoluna gitti. Kuzey Kore meselesinde Çin ve Rusya’yla koordinasyon politikasını bir tarafa bırakarak Kim Jong Un’la doğrudan görüşmeyi tercih etti. Benzer şekilde İran’a karşı BM’yi harekete geçirmek ve geniş kapsamlı bir yaptırım koalisyonu oluşturmak yerine doğrudan Amerikan yaptırımlarını kullandı. Trumpçı dış politikanın tek taraflı politikaları tercih etmesi ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası kurumlarını kurduğu ve doğrudan finanse ettiği çok uluslu liberal küresel sistemin zaafa uğramasa neden oldu. (Üstün, 2019)
İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD öncülüğünde tesis edilen liberal karakterdeki uluslararası düzenin en temel değerlerinden biri ticarette serbestlik ve bunun gereği olarak korumacı engellerin kaldırılmasıdır. Bu doğrultuda, uluslararası ticaret hacmindeki büyüme de, ticaret dengesi lehine olduğu sürece ABD tarafından hep övgüyle karşılanmıştır. Ancak Trump döneminde, ABD’nin ticaret politikasında da farklı bir dönem yaşanmıştır. Ekonomik sahada milliyetçi bir gündemle yola çıkan Trump yönetimi, ticari anlamda en önemli rakip olarak gördüğü Çin’e karşı korumacılık duvarlarını yükseltmiştir. (Oğuz, 2019, s. 120)
Trump’ın başkan olarak görevde bulunduğu dört yıllık dönemin ardından gelen 2020 seçimlerinde, Demokrat Joe Biden’a yenilmesi sonucunda ürettiği politikaların Amerikan kamuoyu nazarında çoğunlukla kabul edilmediğini anlıyoruz. Bu nedenle, yeni başkan Biden, seçim kampanyasında da sıklıkla belirttiği üzere Amerika’nın liberal ve idealist değerlere hızla yeniden dönmesi içi gereken adımları hızla atmaya başlamıştır. Amerika’nin uluslararası ittifaklara ve uluslarüstü kurumlara bağlılığını tazelemek bu adımların başında gelmektedir. Biden yönetiminin göreve geldiği süreçte yaptığı eylemlere bakarak “idealizme geri dönüş” sürecini daha iyi anlayabiliriz.
- Başkan Joe Biden, Pentagon’a Almanya’dan asker çekme planını durdurması için talimat verdi. (Ersöz, 2021)
- 2014 yılından bu yana devam eden ve Birleşmiş Milletler tarafından dünya üzerindeki en büyük insani krize yol açtığı belirtilen savaşta ABD Suudi Arabistan’a artık destek vermeyecek. (Ersöz, 2021)
- Biden yönetiminin, bir önceki yönetimin aksine NATO ittifakı çerçevesinde, Rusya konusunda daha sert bir politika izlemesi bekleniyor.
- Trump’ın çekildiği Paris İklim Anlaşması’na yeniden katılmak ve ülke tarihinin en büyük temiz enerji reformunu başlatmak.
- Trump’ın, Çin’in iddialarını desteklediği ve korona virüs salgını boyunca etkisiz kaldığı iddiasıyla çıkmak için imzaladığı başkanlık kararnamesini iptal ederek Dünya Sağlık Örgütü’ne geri dönmeyi amaçlıyor.
- Biden yönetimi, yeni silahlanma yarışını önlemek ve nükleer silah kullanımını sınırlandırmak amacıyla, başkan yardımcılığı döneminde imzalanan Yeni Stratejik Silahların Azaltılması (New START) Anlaşması’nın süresini uzatmayı amaçlıyor.
- Biden ayrıca, Trump’ın mültecilere yönelik getirdiği yasakları kaldırmayı ve ırkçılıkla ilişkilendirilen tüm uygulamaları kaldırmayı amaçlıyor.
Bilindiği gibi, Amerikan dış politikasında idealist politikaların öncülüğünü Demokratlar yapmaktadırlar. Demokratlar dış politikada çok taraflılığı, demokrasiyi ve insan haklarını ön plana çıkararak yumuşak güç unsurunu Amerikan dış politikasında etkili kılma çabası içerisinde olmuşlardır. Nitekim, Joe Biden Obama döneminde başkan yardımcılığı yaptığı süre içerisinde, halkın verdiği tüm sert tepkilere rağmen, Amerika Birleşik Devletleri’nin İran politikasını Bush döneminin tam tersi bir istikamete doğru çevirmeye çalışmış ve İran’a yönelik diyalog politikasının (nükleer anlaşma) ana aktörlerinden birisi haline gelmiştir. Dolayısıyla, Biden’ın İran ile yeni bir nükleer anlaşma imzalamak isteyeceğini tahmin etmek zor değildir. (Hurmi, 2010, s. 65)
Özellikle Demokrat partinin işbaşında olduğu yılları dikkate alırsak demokrasi ve insan hakları ABD için tamamen uygulanan bir söylem değildir. Bunda demokrasilerin daha barışçıl olduğu şeklinde bir inanç da vardır. Bununla birlikte, burada can alıcı olan ölçüt bu değerlerin ABD’nin çıkarlarıyla asla çatışmasına izin verilmemesidir. (Sümer, 2008, s. 138)
Biden yönetimi, uluslararası sistemdeki ABD liderliğini Çin karşısında da sürdürmek niyetindedir. Biden’a göre, “En iyi Çin stratejisi, tüm müttefiklerimizi -ya da en azından eskiden müttefikimiz olan ülkeleri- aynı sayfada toplayan stratejidir”. Foreign Affairs dergisinde yayınlanan makalesinde Biden, ABD’nin Çin’e karşı sert davranması gerektiğini, aksi halde Çin’in ABD’nin ve ABD’li şirketlerin sahip olduğu teknolojiyi ve fikri mülkiyeti çalmaya devam edeceğini yazıyordu. Biden’a göre, bunu önlemek için ABD’nin izlemesi gereken politika, müttefikleri ve ortakları ile Çin’e karşı bir birleşik cephe oluşturmak ve Çin’in insan hakları ihlalleri vb. eylemlerine karşı durmaktır. (Demir, 2020, s. 240) Dolayısıyla, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca idealist politikalar çerçevesinde yeni güç dengeleri oluşturmaya çalışan realist politikalara sıklıkla rastlayacağız. Bu da uluslararası ilişkilerdeki geleneksel Amerika algısının zamanla yeniden vurgulanacağı anlamına geliyor.
Buğra Çelikbilek tarafından The FEAS Journal için hazırlanmıştır.
Kaynakça
Ataman, M. (2006). Değerler ve Çıkarlar: ABD’nin Ortadoğu Politikasını Belirleyen Temel Unsurlar ve Ġlkeler. Ortadoğu Yıllığı, 413.
Demir, E. (2020). ABD’nin Biden dönemi Çin Politikası: Asya’ya Dönüş 2.0? Cappadocia Journal of Area Studies, 240.
Deutsche Welle. (2021, 03 14). DW: https://p.dw.com/p/3kc7z adresinden alındı
Hurmi, A. B. (2010). Bush Ve Obama Karşılaştırması Çerçevesinde Amerikan Dış Politika Analizi. Alternatif Politika, 65.
Oğuz, G. (2019). Amerikan Dış Politikasında Trump Dönemi ve Amerikan İstisnacılığı Anlatısının Sonu. Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 117.
Sönmezoğlu, F. (2014). Uluslararası Politika Ve Dış Politika Analizi. İstanbul: Der Kitabevi.
Sümer, G. (2008). Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. Uluslararası İlişkiler, 137.Üstün, K. (2019, Haziran 01). Amerikan Dış Politikası Nereye? Mart 14, 2021 tarihinde Kriter Dergi: https://kriterdergi.com/dis-politika/amerikan-dis-politikasi-nereye adresinden alındı